Bizi Karadağ’dan Arnavutluk’un İşkodra şehrine taşıyan otobüste yer alan yolculardan oluşan bir gurupla bu defa bir minibüse binerek 2 saatlik Tiran yolculuğuna başladık. Otobüste tanıştığımız 19 yaşında son derece sempatik bir Arnavut kızı olan Gerta’da bu gurubun içinde. Otobüste başlayan keyifli sohbetlere minibüste de devam ederek neşeli bir şekilde Tiran’a varıyoruz. Başkent benim yaklaşık 25 yıl öncede kalan ilk ziyaretimden bu yana hayli değişmiş görünüyor. Minibüs bu defa ve nedense bizi bir otogara değil şehrin merkezine bırakıyor. Gerta tüm yolcularla birer birer ilgileniyor. Yola devam edecekleri Tiran otogarına göndermeden önce telefon açıp kimin hangi saatte otobüsü olduğuna varıncaya kadar müthiş bir dostluk ve misafirperverlik örneği sergiliyor. Otel arayanlara otel buluyor, kızcağız adeta etrafımızda pervane gibi koşturuyor. Tüm ekiple vedalaştıktan sonra sıra bize geliyor ve Gerta’nın telefonla aldığı bilgiye göre Ohrid’e gidecek otobüsün akşam saat 23.00 de olduğunu öğreniyoruz, halbuki Tiran’da henüz öğle saatleri. Önceki balkan gezilerimden hatırlıyorum ki, bu bölgede taksi ücretleri hiç de endişe verici boyutlarda olmuyor. Bu nedenle ve Gerta’nın tercümanlığı ile sevimli tombul, şoförümüz olacak olan Ferit’le tanışıyoruz. Ferit bize 3,5 saatlik Tiran – Ohrid yolu için 60.-€ fiyat çıkarıyor ki o yılların hesabıyla 140.-TL civarı bir para. Hemen atlıyoruz bu teklifin üzerine ve Ferit’le el sıkışıp bavulları arabasına koyuyoruz. Ferit’ten 1 saatlik bir müsaade istiyoruz, zira bir hayli acıktık ve köftenin ana vatanındayız.:) Evet yanlış duymadınız, dilimizdeki köfte kelimesi yüzde yüz Arnavutça bir kelime. Sadece Arnavutçada “Q” harfi de kullanıldığından yazılışı biraz değişik. Quofte. Bir köftesever baba-oğul olarak kısa Arnavutluk süremizi köftesiz geçirmek istemiyoruz. Tabii ki Gerta bize hemen güzel bir köfteci buluyor. Köftecinin karşısına dikildiğinizde size porsiyonu değil yemek istediğiniz köftenin sayısını soruyorlar. Bizim Sultanahmet’teki Selim ustanın köftelerine benziyor şeklen Arnavut köfteleri ama biraz daha büyükçe. 5’er köfte çok iyi geliyor bize. İşin bir diğer güzel tarafı da Gerta’nın gideceği yerin bizim yolumuzun üstünde olması. Böylece bu tatlı kızla bir süre daha beraber olabileceğiz. Köfte sonrası dinlenmiş ve karnı doymuş bir şekilde Ferit’in arabasına atlıyor ve yola koyuluyoruz. Türkçe ve Arnavutça’da yer alan ortak kelimeler (Özellikle yemek adları. Tarhana, dolma…vb gibi) dışında maalesef Ferit’le anlaşmak mümkün değil ve Gerta’nın tercümanlığı işe yarıyor. Bu arada 19 yaşındaki bir öğrenci olarak Gerta’nın İngilizce’si de hiç fena değil. Yaklaşık 1,5 saat sonra Arnavutluk’un bizde de tanınan bir şehrine Elbasan’a geliyoruz. (Hatırlayınız elbasan tava) Burası Gerta ile vedalaşma noktamız. Kırk yıllık dostlar gibi sarılıp birbirimize iyi şanslar dileyerek ve iletişim bilgilerimizi vererek ayrılıyoruz. Gerta’nın yüreğimizdeki yeri kolay unutulacak gibi değil. Onu ülkemize de davet ettik, umarım bir gün gelir. Yolculuğumuza dağlık bir bölgede devam ediyor ve akşam saatlerinde sınıra ulaşıyoruz. Balkanların muhteşem sürprizi Ohrid’in adını aldığı Ohrid gölü Makedonya ve Arnavutluk arasında bir doğal sınır. Ferit’le vedalaşıp, bavullarımızı bu defa bir Makedon’un taksisine aktarıyoruz. Sınırdan Ohrid 15 .-€.Her zaman kolayca geçtiğimiz Balkan sınırlarında bu defa tuhaf bir Makedonya polisi bize bir garip davranıyor. Bir sürü lüzumsuz ve nezaketsiz soruya aynı sertlikle yanıt veriyoruz. Sonunda mesleğimiz soruluyor ki avukatlık kimliklerimizi adamın burnuna sokmamızla konu çözümleniyor. 🙂 Sınırı geçtikten sonra içimi bir heyecan sarıyor zira hakikaten bende etkisi bir başka olan çok sevdiğim Ohrid’e sadece yarım saatlik bir mesafedeyiz. Taksi şoförü Ohrid’de nereye gideceğimizi sorduğunda cevabımız anında çıkıyor. Otel Tino. Burası ilk gelişimde aşkımla birlikte kaldığımız ve oldukça da memnun olarak ayrıldığımız bir otel. Hiç rezervasyon yaptırmadan gidiyoruz bu sefer ama artık ağustosun son günleri ve Ohrid’te de sezonun sonları, bir sorun olacağını beklemiyoruz. Beklentimiz gerçekleşiyor, otelin hem de göle bakan tarafında boş oda var. Fiyat da iki yıldır değişmemiş, günlüğü 50.-€. Keyifle ve coşkuyla odamıza yerleşip hemen aşağıya iniyoruz, otelin alt katında güzel bir restaurantı’da var ve akşam yemeği vakti gelmiş durumda. Otel’deki tek eksiklik, resepsiyondaki eski arkadaşımız olan fıstık Dragana’nın otelden ayrılmış olması. 😦 Böylece 16 günlük balkan turumuzun son 3 gününü geçireceğimiz Ohrid tatilimiz de başlamış oluyor.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra otelden şehir merkezine doğru yaklaşık 300 m.lik kordon boyunu yürüyerek gölün harika manzarasını bir kez daha izliyorum. Şehir merkezinde 14. yüzyılda kurulan bu şehrin koruyucusu kabul edilen St. Clementin’in iki heykelinin önünden geçerek eski şehre dalıyoruz. Ohrid aynı zamanda bir çok Makedonya şehrinde olduğu gibi bir çok Türk çizgileri de taşıyor. Bir defa ülkenin % 5 civarındaki Türk nüfusunun bir bölümü burada ki onları genellikle çarşıdaki dükkanların sahipleri olarak buluyorsunuz. TV sayesinde hiç bozulmamış Türkçe’leri. Şehrin bir çok yerinde Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerini yansıtan ahşap, cumbalı evlerin hemen hepsi çok güzel korunmuş ve Makedon’ların taş mimarisiyle birlikte güzel bir ortaklık oluşturmuş haldeler. Arnavut taşlı dar sokaklardan yukarıya doğru yürüyünce solunuzda kalan görkemli St. Panteleimon katedrali var. Tarihi 14. Yüzyıla dayanan bu katedral Osmanlılar geldiğinde yıkılıp camiye dönüştürülmüş. Ancak Osmanlı gidince de tekrar yıkılıp kilise olmuş. Katedralin bir bölümünde caminin eski temelleri de sergileniyor. Bu arada Katedralin ön bahçesi bir kazı alanı olmuş ve onlarca üniversite öğrencisi burada hummalı bir çalışma içinde. Katedralin arka tarafında tam göle sıfır noktasında ise daha küçük ama daha eski olan St. John and Kaneo kilisesi var. Özellikle gölde gün batımında güzel resim veren bir yer burası. Daha yukarıya doğru ise Samuil’s Fortress yani Ohrid kalesi var. Başarılı bir restorasyon geçiren bu kalenin burçları size şehirden göremediğiniz gölün doğu yakasını ve oldukça güzel bir manzarayı sunuyor. Kalenin alt tarafında bir antik tiyatro var Romalılardan kalan. Ayrıca daha aşağıda ise yine tarihi bir eski manastır olan Church of St. Sophia var. Ohrid’in müslüman yüzünü ise Haydarpaşa Camii, Ali paşa Camii ve Hacı Turgut Camii temsil ediyorlar. Bu saydıklarımın her birisi görülmeyi ve gezilmeyi hakkediyor. Ben ikinci defa Tunca ilk defa bu güzellikleri doya doya geziyoruz. Ohrid ile ilgili şöyle bir söz var dostlar, ben onu tekrarlayayım siz karar verin, hayal edin lütfen. ” Cennet yaratılırken bir damla yer yüzüne düşmüştür. Bu damlanın da Ohrid olduğu söylenir.”1979 yılından beri Unesco dünya mirasına dahil edilen Ohrid’in gölünden bir de inci çıkartılıyor ve oldukça da ucuz fiyatlara süs eşyasına dönüştürülerek satılıyor.
Ohrid şehir turumuzu bitirdikten sonra sıra eski bir dostu aramaya geliyor. Tüm şehrin Vasco diye seslendiği arkadaşım Vasil’in Delphin adında bir teknesi var ve bununla gölde turlar yapıyor. 2 yıl önceki ilk Ohrid seferimde tanışıp hem kendisiyle ve hem de eşi Zoritza ile arkadaş olup birlikte güzel zaman geçirmiştik. Vasco gölün en güzel yüzülecek yerlerini bilen ikramda da kusur etmeyen esprili ve sıcak bir adamdır. Şehrin küçük limanının hemen yanında baştan kara bağlı delphin’i görüyoruz, yanaşıp Vasco diye bağırıyorum bir kafa uzanıyor tekneden. O da bağırıyor, Bolcaaa. Hemen atlıyor karaya ve kucaklaşıyoruz. Bir süre sohbet ettikten sonra anlıyoruz ki bugün öğleden sonrasında özel bir program var. Şehrin bir çok sakini özel bir dini kutlama için Ohrid’in biraz dışındaki bir dağ kilisesine gidiyormuş. Vasco ve ailesi de bu kafilede yer alıyorlarmış ve bize de teklif ediyorlar. Tabii ki kaçırılmayacak bir teklif. Yerel halkla kaynaşıp onlarla birlikte olma fırsatlarını hiç bir gezimde kaçırmadığım gibi burada da kaçırmadım. 1 saat sonra Vasco ile buluşup eşi ve kızıyla birlikte bir arabaya sıkışıp yola çıkıyoruz. Eşi Zoritza neden yanımızda Gamze yok diye bayağı bir tavır alıyor bana. !!! Dar ve dik bir orman yolunu tırmanıp bir yaylaya geliyoruz. Ortalık bayağı bir kalabalık.
İnsanların kimisi çadır kurmuş, kimisi yerlere yayılmış tam bir piknik hali. Vasco’da bize bir arkadaşının yanında yer ayarlıyor. Portatif sandalyeleri açıp oturuyor ve sohbetlere dalıyoruz. Bir süre sonra millet kilisenin kapısında kuyruk oluyor, Vasco biraz da Zoritza’nın tehditi ile kiliseye gidip papazın elini öpmek zorunda kalıyor ve anında dışarı atıyor kendisini. Aklı fikri kanyak şişesinde ama Zoritza’nın da tüm dikkati üstünde. Yaramaz çocuklar gibi çaktırmadan içmeye çalışıyor ve benden medet umuyor rahat içebilsin diye 🙂 İyi de be güzel kardeşim, öğlen güneşi tepemizde ve hava çok sıcak, böyle bir durumda içki içmenin ne manası var. Vasco nezaketen içtiğim bir kadehten sonrası gelmiyor diye hafiften bozuluyor bana. Neyse, sıra yemeğe geliyor. Durum şu, tüm ahali kiliseden başlayıp yukarı çimenlik alanda ve tabii ki güneşin altında arka arkaya 5 ayrı sıra oluşturup yere oturuyoruz. Her bir sıra neredeyse 150 m. var. Görevli gençler herkesin önüne bir toprak kase, çatal,bıçak dağıtıyor. Ardından önce ekmek geliyor, sonrasında da devasa bir kazandan herkes sırayla nasibini alıyor. Kemikli bir parça et, patates ve havuçtan oluşan sulu bir yemeği kilisenin hayrına indiriyoruz midelerimize.
Şimdi de sırada eğlence var. Kilisenin meydanından bizim trakya havalarına benzer nağmeler yükselmeye başlamış bile. Hep beraber kalkıp gidiyoruz ve el ele tutuşup bizim halaya benzer bir dansa başlıyoruz. O hengamede bir elimi tutan 60’larındaki suni sarışın ve hafiften bıyıklı abla benimle bayağı bir ilgileniyor. 🙂 Bir an önce dansı bitirmenin zamanı. Hain oğlum pek bir eğleniyor bu durumla. 🙂
Sonunda dans faslı da bitiyor ve hava da kararmaya başlıyor. Araçlar bir konvoy oluşturuyor ve Ohrid’e dönüyoruz. Vasco ve ailesine çok teşekkür edip kendimizi otele atıyoruz. Boyun, yüz ve ellerimiz cidden yanmış bir halde. Tam bir amele yanığı. 🙂
Ohrid akşamlarımızda ise yine otel ile şehrin merkezi arasındaki kordonda yer alan güzel bir bar keşfediyoruz. Aquarius isimli bu barda artık Türkiye’den sonra her yerde bedavaymış gibi gelen fiyatlara içkimizi içip müziğimizi dinliyoruz. Aslında her yıl 15 temmuz 15 ağustos arasında Ohrid’in bir müzik festivali var. Hemen kalenin altında bir bölgede kurulan platformda bir ay süreyle her gece farklı sanatçıları izleyebiliyorsunuz. Ne var ki bizim tarihlerimiz bu dönemin dışında kaldı.
Artık gölün sularına kendimizi atma zamanımız geldi. Üçüncü günümüzde sabah 10.00 gibi Vasco bizi karşılıyor teknesinde ve hemen yola koyuluyoruz. İstikamet gölün batı ucundaki St. Naum manastırı. Hem gölden ve hem de karadan gidilebilen bu manastır bugün otele dönüşmüş durumda. Gölün eşsiz güzelliğindeki yolculuğumuz 1 saat sürüyor.
St. Naum arkadaki dağlardan gelen güzel bir nehrin gölle birleştiği bir yer aynı zamanda ve ortam yemyeşil ve doyumsuz halde. Çevreyi gezip birer bira içtikten sonra tekrar atlıyoruz Delphin’e. Ohrid yolu üzerinde bir sahil köyünde öğle yemeği molasından sonra Vasco’nun “Blue Lagoon” adını verdiği muhteşem bir koya geliyoruz. Vasco demir atıyor, biz de kendimizi Turkuvaz sulara atıyoruz. Dünyadaki en güzel yüzme şekli bol bol su yutarak olanı herhalde, bir de böylesi tertemiz bir tatlı suyu bulmuşken. 🙂 Gölde yüzmek çok keyifli olsa da tatlı su insanı çok çabuk yoruyor. Vasco böyle bir duruma karşı hazırlıklı tabii ki, köpük levhalar ve solucan denilen silindir boruları atıyor bizlere. Ohh artık bir deniz yatağımız da var.
Akşamüstü gibi dönüyoruz Ohrid’e. Sevgili dostum Vasco 2 yıl önce 30.-€ (Ki o 25 istemiş, ben 30 vermiştim) aldığı bu tura bu defa 100.-€ deyince cidden çok üzülüyor ve hayal kırıklığına da uğruyorum. İtiraz etmeden ödüyorum ama artık Vasco ile olan dostluğumuzun havası ve yeri değişmiş durumda. Ben Ohrid’e daha çok gelirim ama artık Delphin’in yerini bir başkasının alacağından şüphe yok. Aynı günün akşamında Aquarius bardaki arkadaşımız Catherina kiralık araç talebimize bir arkadaşını göndererek cevap veriyor. Zira Ohrid’ten sabah ayrılıp Bitola (Manastır) üzerinden Üsküp’e ulaşıp aracı orada terk etmek gibi bir niyetimiz var. Ve 3 günlük Ohrid çok çabuk geçiveriyor. Sabahleyin arabamıza atlayıp 45 km. mesafedeki Bitola’ya doğru yola çıkıyoruz.
Bitola’nın eski adı Manastır ve bu adını da bir zamanlar var olan gerçek bir manastırdan alıyormuş. Belki de o manastırın yanıp yıkılmasıyla adı Bitola olarak değişmiş. Tipik bir balkan şehri olan Bitola’da meydanındaki tarihi saat kulesi dışında ilgi çeken önemli bir yeri yok. Ancak tahmin ettiğiniz gibi buraya geliş nedenimizin de aslında Bitola’nın kendisiyle bir alakası yok. Büyük önderimiz Atatürk’ün askeri lisesinin (Asker-i idadi) burada olması bu şehri tüm Türk vatandaşları için belki de Selanik’ten sonraki en önemli balkan şehri yapıyor. Askeri lise dış görünümünü hiç bozmadan korumuş, içi ise ikiye bölünmüş. Bir tarafı Makedonya’nın tarih müzesi olurken diğer tarafı Atatürk müzesi haline gelmiş. Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığı döneminde açılan müze insanı etkiliyor. Hemen girişte Askeri Lise öğrencisi genç Mustafa Kemal’in mankeni karşılıyor sizi. TV’de milli mücadele filmleri gösterilirken Atatürk’ün tarihe geçen sözlerinin Türkçe, Makedonca ve İngilizce karşılıkları duvarlarda yer alıyor. Bir Türk olarak gururlanarak çıkıyorsunuz müzeden.
Ardından küçük bir Bitola turu yaparken yine bir çok vatandaşımızla karşılaşıyor ve özlediğimiz çay’ımıza da kavuşuyoruz. Türkiye’den gelip buraya yatırım yapan, dükkan açan vatandaşlarımız da var. Özellikle tesadüfen açılışına denk geldiğimiz “Lescon” markası adıyla açılan spor mağazasını tavsiye ederim. Her bir çiftine 60.-TL. ödediğim iki çift spor ayakkabılarımı hala keyifle kullanıyorum.
Bitola’dan sonra Üsküp yolculuğumuz yaklaşık 1,5 saat sürüyor.
Üsküp’e geldiğimizde özellikle şehir meydanının 2 yıl öncesine göre bir hayli değiştiğini görüyorum. Görkemli bir İskender heykeli çevresindeki fıskiyeli havuzlar ses ve ışık gösterisiyle eğlenceli bir görüntü veriyor. Heykel çevresi de bar ve restaurant’larla dolu. Şehri Vardar nehri ikiye bölüyor.
Yukarıda bahsettiğim heykel ve meydan şehrin modern yüzü. Nehir boyunca da eğlence merkezleri sıralanmış durumda. Tam meydanın arkasındaki ünlü Osmanlı harikası Taş Köprüden şehrin tarihi bölümüne geçiyorsunuz.
Soydaşlarımızın yoğun yaşadığı bu bölümde tarihi çarşıyı, hamamları ve camileri de gezme imkanınız var.
Bu bölümde bir de artık çok azı ayakta kalmış bir kale’de var. İlk geldiğimde 2 gece kaldığım Üsküp’te biraz sıkılmıştım, bu nedenle burada 1 geceden fazla kalmanıza gerek yok, fazla gününüz varsa bunu Ohrid’e ilave etmenizi öneririm. Üsküp turumuzu da tamamladık ve uçak saatimiz de yaklaştı. Hava alanına doğru devam ediyoruz. İlk gelişimdeki mütevazi ve köhne hava limanının yerinde şimdi bir TAV yapımı olan yenisi var. Aracı iade ettikten sonra dönüş işlemlerine başlıyoruz. THY bizi 1,5 saatte İstanbul’a getirecek. Böylece 16 günlük son derece keyfili geçen tatilimizin de sonuna geliyoruz. Sevgili dostlar balkan ülkelerine hala zaman ayırmadıysanız, önemli şeyleri kaçırdığınızın farkına varın lütfen. Harcadığınızın karşılığını bu kadar bonkörce geri veren başka bir bölge yok.
Semih’cim, gezi blogların profesyonel gezi yazarlarından daha güzel olmuş. Kutlarım.. Yine senin önerinle en güzel tatillerimden birini geçirdiğim Ohrid anılarım tazelendi.. Bundan sonraki gezilerimde ilk kılavuzum sen olacaksın.. Başarılar, sevgiler
Sevgili dostum;
çok naziksin her zamanki gibi. Teşekkür ediyorum, zaman ayırıp okuduğun için. Lütfen eleştirilerini de yaz ki ben de kendimi geliştirebileyim. Öptüm 3 kere
Ağustos’ta Ohri’den çok kalabalık ve sıcak oluyor mu acaba,bu konuda da bilgi verir misiniz? 2015 Ağustos’ta gitme planımız varda…
Sevgili Suphi;
Aslında Ohrid’in tadını çıkarabileceğin yegane dönem 1 Temmuz 15 Ağustos arası zaten. Dağlık yüksek bir bölge olduğundan mevsim biraz kısa. Ağustos’un hele bir de ikinci yarısına kalırsan değil sıcaktan rahatsız olmak, üşüyeceğini bile söyleyebilirim. Ayrıca Gölde yüzme keyfi için de yaz dönemi önemlidir. Tabii ki gün içinde bazen hava çok sıcak olabiliyor ama nem olmadığından rahatsız olmazsın. Programını Değiştirme lütfen. Iyi bir tatil diliyorum
Sevgili Semih,
Bilgilendirici yazın ve yardımsever tavrın için çok teşekkür ederim. Kıbrıs’ta yaşamama rağmen geçen sene Temmuz’da Barcelona gezimiz kan ter içinde geçmişti. Bu yüzden biraz endişeliydik ama sanırım endişemiz yersizmiş..
tekrardan teşekkürler..
Sevgili Suphi, rica ederim. Güzel bir tatil geçirmenizi diliyorum. Göl turu için mayonuzla birlikte bineceğiniz tekneye sizi “blue lagoon” denilen yere götürmesini söyleyin ve tam orada gölün tadını çıkarın lütfen :))