İlki 1978 yılında olmak üzere bugüne kadar üç kez gitme fırsatını bulduğum bu Avrupa’nın 1 numaralı başkentine yaklaşık 20 yıl bir aradan sonra tekrar gitme fırsatı bulmamız gerçekten harika oldu.
2 Milyonluk nüfusu ve mükemmel şehir planlamasıyla, bağrından geçen belki de Avrupa’nın en güzel nehri olan Tuna’yı varlığının her yerinde hissetmesiyle oldukça farklı ve etkileyici bir şehir burası.
Bu gezi planımızda THY üç gecelik gidiş dönüş biletimizi bize kişi başı 947.-TL’na sattı. Ancak uçağımızın hem gidiş saatinin (11.55) ve hem de dönüş saatinin (20.10) bu mesafeli (2 saat) geziler için ideal olduğunu belirtmeliyim.
Otel konusunda aklımda olan, yüksek bir tepe üzerine kurulu Buda tarafından bir yer bulup, pencereden Tuna ve Peşte’yi izleyebilmekti öncelikle. Ancak yaptığım çalışma, yer, fiyat dengesi konusunda beni Nov Otel Danube’ye yönlendirdi.
Budapeşte’nin sembolü olan ünlü Parlamento binasının tam tamına karşısında ve fakat yüksekte değil nehrin kıyısında bulunan bu otel, üçüncü katında tam da parlamentoyu gözümüzün içine soktuğu odasını bize kahvaltı hariç 105.-€ gibi çok iyi bir fiyata verdi. Otelin diğer tüm hizmetleri ve personelin güzel ilgisiyle burada oldukça keyifli bir 3 gece geçirdik. Kahvaltının ise bu fiyata dahil olmaması ayrıca güzel oldu. Zira otele yürüyerek beş dk. mesafede bulunan küçük sevimli bir parkın kenarında kurulmuş Cafe Bistro Corvin bu konuda bizi yeterince mutlu etti.
Havaalanı şehir merkezi arası taksi ile 9.000.- Forint tutuyor ki bu da 30.-€ ediyor. Ayrıca bir transfere ihtiyacınız yok.
1873 yılına kadar bölgede Buda, Peşte ve Obuda (Eski Buda) adında üç ayrı şehir varmış. Daha sonra bu üçlü birleşip Budapeşte’yi oluşturmuşlar. 2. Dünya savaşı sonrasında Sovyetler Birliğinin kontrolüne giren, tarihteki ünlü 04.11.1956 trajedisini yaşayan (Ayaklanma sonrası Sovyet tanklarının Budapeşte’ye girmesi ve 25.000 Macar vatandaşının katledilmesi) şehir 1990 yılında demokratik sisteme dönebilmiş. 1999 yılında Nato’nun, 2004 yılında ise Avrupa Birliğinin üyesi olan Macaristan henüz Avrupa Birliği Para birimine (Euro) geçmiş değil.
Saat farkıyla birlikte (1 saat) 14.00 gibi otelimizden çıkmaya hazır olduğumuzda daha önümüzde bir yarım gün ve gece bizi bekliyordu.
Önceliğimizi hemen sırtımızdan yükselen Buda’nın zirvesine verdik ve yürüyerek, bir miktar da merdiven çıkarak 20 dk. da ünlü kale tepesi ve eski şehre ulaştık. Havanın da çok güzel olmasıyla bu yürüyüşümüz yemyeşil Budapeşte’nin harika ağaçları ve çiçekleri arasında mükemmel geçti, yorulmadık bile.
Eski Macar Kraliyet Sarayının yukarıdan Tuna’ya ve Peşte’ye baktığı bu bölgenin her yerinde şahane manzaralar var. 13. Yüzyıl kökenli saray bugün müze olarak görev yapıyor. Sarayın tam arka yönünde bir miktar yürürseniz orada Osmanlı’dan kalan bir miras olan Gül baba türbesini görme şansınız var.
Sarayın çevre düzenlemesi çok başarılı. Bahçe ve havuzların yanı sıra Peşte’ye bakan yönün tam tersi arka tarafında da hoş bir manzara var.
Saraydan 300 m. kadar yürüdüğünüzde ise sizi şehrin en ünlü kilisesi olan Matyas Kilisesi karşılıyor. 13. Yüzyılda yapılan bu kilise Osmanlı döneminde camiye dönüştürüldükten sonra savaşlarla yıpranmış ve bugünkü görünümüne 1896 da kavuşmuş. Barok tarzda inşa edilen kilisenin Neo-Gotik hatları göz alıyor. Bu kilisenin içine girmek için ücret ödemeniz ve belki de daha önemlisi turiste açık olduğu saatleri takip etmeniz gerekiyor.
Adını burada iki kez evlenen Kral Matyas’tan alan kilisenin hemen önündeki Teslis meydanı aziz ve melek heykelleri ve kutsal Teslis sütunu ile boy gösteriyor
Meydanın hemen arkasında ise şehrin her yerinden en çok dikkat çeken yapılarından birisi olan Balıkçılar Burcu yer alıyor. Kuleler, taraçalar ve kemerlerden oluşan bu harika kombinasyon sizi önce orta çağa götürse de tüm bu yapıların aslında 20. Yüzyılın başında yapıldığını öğrenince şaşırıyorsunuz.
18. Yüzyılda tam da bu yerde şehri savunan balıkçıların anısına buraya “Balıkçılar Burcu” adı verilmiş. Tüm turistlerin fotoğraf çekmek için sıraya girdikleri bu yapının bir bölümünde güzel bir cafe var, oturup bir şeyler içerken Peşte’yi seyretmeniz için.
Burcun hemen karşı tarafında yer alan Hilton oteli bölgeye uymadığı söylenen mimarisiyle oldukça eleştiriliyor burada. Ben mimar değilim ama açıkçası otelin görünümünü çok da rahatsız edici bulmadım. (Halbuki Peşte’nin kıyısında yükselen bir kaç otelin şehrin tüm dokusuna büyük bir darbe vurduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.) Tüm bu bölge pastel renkli evleri ve insanı sakinleştiren atmosferiyle yürüyerek gezmek için ideal.
Bölgeye adını veren Buda Kalesini de giriş ücretini ödemek şartı ile ziyaret edebilir, tünellerden tepenin derinliklerine inebilirsiniz.
Bu bölgedeki turumuzu tamamladıktan sonra bu defa sarayın önündeki farklı bir yoldan aşağıya doğru inişe geçiyoruz. Önümüzde belki de şehrin en güzel köprüsü olan Asma Köprü var. Savaş döneminde yıkılan ve 1964’de yeniden yapılan köprüden Peşte’ye doğru yürümek son derece keyifli.
Böylece artık Peşte’deyiz. Tuna boyunca bir çok restaurant ve cafe yan yana dizilmiş durumda ve artık akşam yemeği zamanımız da geldi. Tuna’nın Peşte kıyısında bağlı gemi restaurantlar dikkatimizi çekiyor zira onlar da tam olarak az önce anlattığım Buda’nın güzelliklerine bakıyorlar. Akşam saat 20.00 olunca tüm şehrin ışıkları yanmaya ve gündüz gördüklerimizin yerini gece olunca daha mistik bir güzellik almaya başlıyor. Tarihi bir gemi ilgimizi çekiyor. 100 yaşındaki Kossuth gemisinin içinde yer alan Ven Hajo Restaurant’da buluyoruz kendimizi. 2014 yılında Tripadvisor’dan ödül almış bu restaurant’ta hem yediğimizle ve hem de manzaramızla son derece mutlu oluyoruz.
Macar’ların kırmızı şarapları, özellikle de cabarne’leri oldukça başarılı. Bu mükemmel ziyafete kişi başı 30.-€ ödüyor ve otelimize dönerek sonlandırıyoruz gecemizi.
Ertesi sabah otelden ayrılmadan resepsiyon aracılığı ile Legenda Cruises’e saat 12.00 için rezervasyon yaptırıp, kahvaltı faslını yolda aldığımız sandwichlerle hallederek hızlı bir yürüyüşle dün gece yemek yediğimiz gemi restaurantın biraz gerisindeki 7 numaralı dok’tan hareket edecek olan nehir turu teknemizi buluyoruz.
Amsterdam’ın kanal turu yapan teknelerinde olduğu gibi üst kısmı cam olan teknemiz oldukça rahat ve konforlu. İşin ilginç yanı bir taraftan size ikram edilen şampanyanızı yudumlarken bir yandan da kulaklığınızı takarak Budapeşte’nin hikayesini dinlemeye başlamanız. Bunun neresi ilginç demeyin, zira kulaklığınıza tanımlanmış tam 30 farklı dilden birisi de Türkçe. Kendi dilinizde yolculuk boyunca çevrenizde sıralanan tüm yapılar hakkında bilgi alıyorsunuz. Böylesi bir manzara takdir edersiniz ki Avrupa’da çok kolay rastlayacağınız bir durum değil.
Şehrin en önemli sembollerinden Parlamento binasına çok yakın geçiyoruz. 1904 yılında tamamlanan ve o zamanki Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun büyüklüğünün sembolü olarak inşa edilen bu neo-gotik yapı tam 691 odalı. Londra’nın ünlü Westminster parlamentosundan sonra dünyanın ikinci büyük parlamentosu olan bu yapı ancak tatil günlerinde ve özel izinle gezilebiliyormuş.
Bu gerçekten çok keyifli turumuzun ilk yarısı Tuna’nın şehrin çıkışına yakın bir bölgesinde ama tam da ortasında yer alan Margit adasında tekneyi terk etmemizle sona eriyor.
Tuna nehrinde birbirinden ilginç turist tekneleri görmek mümkün 🙂
Tuna’nın iki ucunu birleştirirken bu adaya da küçük bir geçit veren Margaret köprüsü aslında bu adanın kara bağlantısını da sağlamış oluyor.
Tarihi Roma İmparatorluğuna kadar dayanan bu ada bugün kaplıcalı iki oteli, tamamı park halindeki dokusuyla tüm halkın bir kaçış noktasını oluşturmuş. Yürüyüş yapmak, bisiklete binmek, güneşlenmek, piknik yapmak için ideal bir yer burası. Sıcak su havuzlarıyla Palatinus kaplıca kompleksi adanın en ilgi çeken yeri.
Bizim burada 1 saatimiz var ve sonrasında bizi bırakan teknemizin bir başka versiyonu ile dönüşe geçeceğiz.
Bu nedenle saatlik kiralama ücreti 15.-€ olan elektrikli bir golf aracını kiralamak cazip geliyor ve doyasıya geziyoruz bu cennet adayı. 10.000’den fazla ağacı olan ( ki bunların neredeyse tamamı 100 yaşını aşmış) 2 km. uzunluğundaki adayı bu araçla bu sürede çok rahat gezebiliyorsunuz.
Adada bazı tarihi kalıntıları da görmek mümkün, 13. Yüzyıl tarihli Rahibe manastırı gibi. Dönüş saatinin gelmesiyle birlikte gelirken Peşte’ye yakın giden gemimiz bu defa Buda kıyılarından bizi aldığı yere geri götürüyor.
Bu gezide Berlitz’in Türkçe Budapeşte cep rehberinin yanında DK Eyewitness Travel yayınlarının Top 10 Budapest rehberinden de yararlanıyoruz. Budapeşte’nin en önemli 10 yerinin veya yapısının anlatıldığı bu rehber kitabımızda ilk sırayı yukarıda anlattığım Parlamento binası alıyor. 2. sırada ise St. Stephen’s Basilica’sı var. Özellikle koyu yeşil kubbesi Buda’dan çok rahat fark edilen ve 1905’te tamamlanan bu devasa kilisenin ücretsiz gezilebildiğini ve kilise turlarından artık sıkılsam da (Hepsi birbirine benziyor diye) içinin de görülmeyi hakkettiğini burada itiraf etmeliyim. Zamanında Hitler’in nazileri tarafından çalınan ancak savaş sonrasında orijinal olmayanı ile geri dönüş yapan 9 ton ağırlığındaki çanı ve kırmızı renkli mermerleri ile gerçekten etkileyici bir yapı burası. Burada sık sık konser düzenlendiğini de öğreniyoruz bu arada.
Sırada 3 numara var. Vaci Utca caddesi. Şehrin alış veriş cenneti de diyebileceğimiz bu caddeyi çevreleyen tüm yapılar sanki bir sanat eseri gibi. Caddenin girişindeki Anna Cafe’de kahve molası verdikten ve kendisine has güzel tatlılarının tadına baktıktan sonra dalıyoruz caddenin kalabalığına.
Fiyatlar Avrupa standartlarına göre biraz ucuz denilebilir dükkan etiketlerine baktığımızda. Ama Macar’ların deri işinde oldukça iyi olduklarını ve Monarchy adlı bir markalarının bulunduğunu, bu markanın da size kendine özgü modern tasarımlar sunduğunu belirtmeliyim, “…ne alalım ? diye soranlar olursa ” 🙂
Caddenin çıkış ucunda da yine bir cafe Anna var.
Bir kahvede orada içtikten sonra listemizdeki 4 numaraya bakıyoruz. Gellert Hotel and Bahts. Evet adından da anladığınız gibi burada tarihi bir yüzme havuzu var ve bu nedenle burasının ziyaretini son güne bırakıp 8 numara’ya doğru yöneliyoruz.Macaristan Devlet Opera binası burası. İçerisini sadece lobisinden ibaret olarak görebildiğimiz bu binanın dış görünümü de çok güzel.
1884 tarihli bu güzelliği fotoğrafladıktan sonra tura devam ediyoruz.
5 numaraya ne oldu derseniz, orası yukarıda anlattığım Margit Adasıydı zaten 🙂 7 numara da Matyas Church
Listenin 10 numarasında yer alan Statue Park ve Memento Park’ı başka bir sefere erteliyoruz, biraz uzak bulmamız nedeniyle. Vaci Utca’yı gezerken Hard Rock Budapest’i de keşfetmiştik ki bu aşamın yemeğinin nerede yeneceği de belirlenmiş oldu böylece ama öncesinde Vaci Utca’nın hemen girişinde yer alan sevimli şehir pazarını gezmek ve sonrasında da St. Stephen’s Basilica yönünde bulunan dönme dolap var.
Akşamın ışıklarıyla birlikte dönme dolabın en üst noktası nefis bir manzara sunuyor bize.
Artık her gittiğimiz yerde geleneğimiz haline gelen Hard Rock Cafe’lerin Budapeşte şubesi de her zamanki Hard Rock kalitesini aynen yansıtıyor. Böylece ikinci gecemizi de noktalıyoruz bu muhteşem şehirde.
Üçüncü güne sevgili cafe’miz Bistro Covin’de yaptığımız kahvaltımızla başlıyor.
Aslında önceki iki günde programımızı neredeyse tamamladık. Şimdi beğendiğimiz yerlerin tadını tekrarlama zamanı. Önce Buda tepesine tekrar tırmanıyor ve ilk geldiğimizde giremediğimiz (Saat 16.00’da kapanıyor) Matyas kilisesinin içini geziyoruz ki tamam dış görünüşü muhteşem ama içi hele bir de kuyrukta bekleyip para ödenerek girmeye değer mi tartışılır.
Balıkçılar burcunun üstündeki cafe’de Apple Cider iyi gidiyor gerçekten 🙂
Sonrasında saraya doğru bir yürüyüş ve bu defa altından geçtiğimiz, bir çok resmini gördüğümüz ama henüz üzerinde yürümediğimiz şehrin güzel köprülerinden Özgürlük Köprüsü yani Liberty Bridge üzerinden Peşte’ye geçiyoruz.
Vaci Utca’da bir tur daha, biraz alış veriş ve Anna Cafe’de molayla devam eden tura akşam yemeği saati geldiğinde Peşte’nin kıyı tarafında yer alan bir İtalyan Restaurantı ile noktayı koyuyoruz. Çigan müziği eşliğinde.
Dördüncü gün ayrılık günü. Uçağımızın akşam saat 20.00’de olması nedeniyle otelimizin resepsiyonundan geç check-out rica ediyoruz ve sağ olsunlar bizi kırmıyorlar. Şimdi saat 17.00’ye kadar zamanımız var ve artık bir klasiğimiz haline gelen Bistro Covin kahvaltısından sonra listenin 4 numarası olan Gellert Hotel and Bahts’a gitmek üzere kısa bir taksi yolculuğu yapıyoruz.
Kale tepesinin aynı yönde komşu tepesi olan Gellert tepesinin eteklerinde yer alan bu tarihi otel – havuz kompleksi 1918’de yapıldıktan sonra savaşta tahrip olmuş ve 1940 sonlarında yeniden inşa edilmiş.
Otel tarafı lüks ve pahalı konumuyla ilgimizi çekmiyor ama iki katlı sütunlar arasında sanki orta çağda inşa edilmiş havası veren havuz gerçekten güzel. Mayolarımız yanımızdaydı ama burada başa bone takma zorunluluğu bulunduğundan girişten iki adet bone alıp soyunma odalarının yolunu tutuyoruz. Havuz her ne kadar güzel bir ambiansa sahip ise de su sıcaklığı bana göre biraz soğuk.
Burada fazla oyalanmayıp hemen yanında kalabalığın içine daldığı ve 30 derece sıcaklığı ile bizi bekleyen küçük havuza giriyoruz.
Oturacak bir yer de bulunca keyfimiz yerine geliyor. İşte üç günün yorgunluğunu atmanın en güzel yolu.
Havuz sonrası otele dönüp mayoları kuruttuktan sonra taksiyle hava alanı yolculuğu faslı başlıyor. Doyumsuz anılar ve yüzümüzde tebessümle yerleşiyoruz uçağımıza. Budapeşte’yi lütfen ihmal etmeyin dostlar…
Aşkım mükemmel tasvir etmişsin, yine yaşadım bu enfes geziyi..:)
Mucckksssss
Bende görmüştüm orayı ama keşke bu yazınızı okuduktan sonra gitseymisim. Çok güzel bir rehber niteliğindeki yazınızı okuyunca goremedigim birçok yer olduğunu öğrendim 😦
Böylece tekrar gitme arzusu verdiniz 🙂 ayağınıza kaleminize sağlık
Şeyma hanım çok zarifsiniz, yorumunuz sonraki yazılarım için bir cesaret kaynağı oldu. Çok teşekkür ederim